CENEVRE 2’YE GİDERKEN - ZULMÜNÜZ ARTSIN
Sınır boyunca kadınlar ve çocuklar gördüm. Onlarcası sınırı, mayın tarlalarını geçmiş zeytin ağaçlarının arasından, çıplak ayaklarına naylon terlikler geçirmiş, çöl ayazında sırtlarında yazlık elbiseler yürüyorlardı. Ufukta sınır çizgisi belirsizleşiyor, sınırın öbür tarafında beli belirsiz silah sesleri geliyordu. Suriye'de 3 yıldır süren iç-savaşa rağmen ülkelerini bırakıp terk etmeyen bu insanlar, son bir kaç haftadır, muhalif gruplar arasında, şiddetlenen çatışmalarla, çevre ülkelere sığınmaya başladılar. Suriye'ye komşu ülkeler, bu günlerde, yeni bir mülteci dalgasıyla karşı karşıya. Birleşmiş Milletler'e göre yaklaşık 9.5 milyon Suriyeli evlerinde ayrılmış durumda, yaşanan son çatışmalar pek çok insanın yollara düşeceğinin habercisi. Özellikle IŞİD olarak bilinen Irak Şam İslam Devleti isimli El Kaide'ye bağlı grubun denetimindeki, kendi deyimleriyle Emirlik, alanlarda yaşayan insanlara karşı uyguladıkları şiddet ve zorlamalar neticesinde pek çok kimse sınırı geçip komşu ülkelere sığınma derdinde. IŞİD'e karşı, Türkiye Katar, Sudilerin ve diğer İslamcı grupların desteğiyle, oluşturulan İslami Cephe aslında aynı ideolojiye sahip gurupların bir araya gelmesiyle oluşturuldu. Aralarında ki fark bu guruplar bir yandan El Kaide'ye biat ederken diğer yandan destekçi ülke ve kişilerin de sözlerini dinliyorlar. Nusra Cepesi ve Ahrar el-Şam gibi, yeni oluşumun ana gövdesini oluşturan, grupların El Kaideyle ilişkileri açık seçik ortada. Şimdi de dış müdahaleler ve gelecek vaatleri bu guruplar birbirleriyle çatıştırıyor. El Kaide lideri IŞİD'nin Suriye'de ki güçlerini ve kaynaklarını Nusra cephesine devredip ayılmasını istemiş IŞİD bunu reddetmişti. Bu gün El Kaide şemsiyesi altındaki bu gruplar birbirlerini ve Suriyelileri vahşice katlediyor.
Suriye muhalefetinin ana omurgası, Özgür Suriye Ordusu, iç savaş başladığında dünyanın çeşitli ülkelerinde gelen cihatçılara kucak açmış, onların savaşçı maharetlerini öve öve bitirememişlerdi. Cihatçıların, gelecekte Suriye halkının başına bela olacağı, uyarılarını dikkate almamış. Esat giderse bunlara ne olacak?, sorusuna seküller gruplar dahil "İnşallah hepsi şehit olacak" gibi cevaplar veriyorlardı. Oysa zaman gösterdi ki Suriye'ye gönderilen yardımlar bu gruplara gruplara gitti ve bu yardımlarla güçlenip diğerlerini absorbe ettiler. Bunlar dışında ki gruplar eriyip, tükendi.
Diğer yandan Baas rejimi oldukça akıllıca davranıp, cihatçıların uyguladığı vahşet görüntülerini tüm dünyaya yayılmasını bekledi. Bunun için ekstra bir çaba harcamasında gerekmiyordu çünkü, kestikleri kafaları, akıl dışı işkencelerle katlettikleri insanların bedenlerini, kendi ölülerini dahi, sosyal medyada ustalıkla bir propaganda aracı olarak kullanıyorlardı. Cihat ve şehitlik gibi kavramları ölü bedenler üzerinden anlatıyorlardı. Bu propaganda biçimini , istisnasız, ılımlı yada radikal tüm İslamcı gruplar üç yıl boyunca sosyal medyada ve sanal alemde ve de yaptıkları toplantılarda, yardım kampanyalarında kullandılar. Çocukların ve kadınların cansız bedenlerini teşhir ettiler. İnsanların başlarını gövdelerinden ayırıp çeşitli kanallarla internete yüklediler. Amaç korku salmak ve verilen savaşın bir din savaşı olduğunu kitlelere duyurmaktı. Şeriatta göre cezalar kesiliyor, infazlar yapılıyordu. Evrensel hukuk ve demokrasi ideali yerini kirli bir savaşa bıraktı. Bu duruma ses çıkaranlar, her iki tarafda da, aylarca tutuklu kaldılar, işkence gördüler. Para karşılığında canlarını kurtaranlar, kendilerini ülke dışına attılar.
Aslında yaşanan 3 yıllık savaş şunu gösterdi ki, Baas rejimine muhalefet edenlerle rejim arasında çokta fark yoktu, yarım asırlık baskıcı rejim kendi ikiz kardeşini yaratmış. Düşmanını kendisine benzetmeyi başarmıştı. Demokratik bir Suriye hayali kuranlar, Rojava dışında, küçük bir azınlık, onların da sesi kesilmiş durumda. Ki zaten dünyada onları da kimse desteklemiyor.
Tüm bu vahşet tablosu tabi ki, Baas rejimini haklı olduğu anlamına gelmiyor. İç-savaştan önce Suriye'ye gidenler bilir. Rejim aslında bir "korku tapınağıydı" geçerli sistem korku ve güvenlik ana omurgası üzerine inşa edilmişti. Tüm Arap ve Müslüman ülkelerde olduğu gibi, ( Türkiye'de bu imge güçlü olsa da bazen Kürtler, bazen din olarak değişiyor.) İsrail üzerinden yaratılan düşman imgesi halkı cendereye almanın en büyük aracı olmuştu. Bu durum ülkeyi, Mısır'la birlikte, "Arap Milliyetçiliğinin"merkezi haline getirmişti. Farklı etnik yapılar ve inançların nüfus içerisindeki yoğunluğu bir diğer çatışma ve baskı aracı olarak kullanılıyordu. Yıllarca Kürtlere uygulanan bası ve şiddette toplumun diğer kesimleri ses çıkarmadı. Kürt çocukları bir sinemada yakıldığında, toplumda infial olmadı. Bu gün muhalefet içerisinde Rojava'ya kızgınlığın nedenini buralarda aramak gerekli. Tabi ki, Türkiye hükümetinin Suriye politikası Kürt odaklı olması ve destek şartının Kürtler olması önemli etken. Bu konuyla ilgili bir Suriyeli muhalif gazeteci; "Erdoğan bize üç yıldır Kürtlerle temas kurmayın, Kürtlerin haklarıyla ilgili bir konuşmayın, diyor. Ama kendisi Öcalan'la, Kürt sorunuyla ilgili masaya oturmak zorunda kaldı. İlla masaya oturmamız için bizimde otuz yıl savaşmamız mı gerekli," demişti.
Bu günlerde Cenevre'de başlayacak olan Suriye toplantısına tarafların bir kısmı katılacak. Toplantı başlamadan önce, dünyanın üzerine "ölü bedenleri" boca edenlerin amacı politik çıkarları için, her zaman olduğu gibi, her şey mubah görmeleriydi. Onlar "şiddet pornografisinin" gücünü iyi bilip yıllardır uyguluyorlar. Suriye rejimi bu tür katliamları yarım asırdır zaten yapıyordu. Bu tür rejimlerin işledikleri cinayetleri, yaptıkları işkenceleri ve vahşeti kayıt altına alması şaşılacak bir durum değil, olsa olsa akıl tutulmasının nereye vardığının göstergesi olabilir.
Evet, Suriye'de dördüncü yılına girecek savaşın artık tüm taraflar için haklı bir yanı kalmadı. Herkesin eline kan bulaştı. Savaşanlar, tüm insanı duyarlılıklarını yitirmiş, halklar ve inançlar arasında kan davası oluşmuş durumda. Vahşet fotoğraf ve görüntülerini paylaşanlar timsah göz yaşları döküyor. O bedenlerin sahipleri, ne yaşarken ne de ölüyken onlar için değerliydi. Sığındıkları ülkelerde harabelerde yaşamaya çalışan kadınlar ve çocuklar hiç bir zaman onların umurunda olmadı. Son üç yılda zenginleşen dernek ve vakıflar, ucuz iş gücü bulmuş patron, savaşı rant kapısı olarak gören tüccarlar savaşın bitmesini neden istesin. Suriyeliler bir birini boğazlamış, kadınlar ve çocuklar açlıktan ölmüş, bir halkın; tarihi ve kültürel mirası yok olmuş kimin umurunda.
Büyük ustanın dediği gibi, "zulmünüz artsın" artsın ki erken tükenesiniz.
Yoksa, bu savaş uzun süreceğe benzer.
"Suriye'de ki iç savaşda ölen üç kardeşin fotoğraflarını dedeleri yanında taşıyor."
ETİKETLER: Haber, Haberler, Türkiye, Irak, Suriye, İsrail, Muhalefet, sınır, Mısır, Mayın, İslam, şiddet, çevre, şehit, Birleşmiş Milletler, mülteci, iç savaş, toplantı, Karşı, Evrensel, Son, İşkence, Ölü, teşhir, amaç, dernek, Gün, Durum, Ses, Milyon, İç, propaganda, sistem, Rojava, zaman, iş, Merkezi, el kaide, destek, Para, ülke, sosyal, yıl, hukuk, Demokratik, tutuklu, silah, güvenlik, fark, politik, Gazeteci, Demokrasi, Fotoğraf, Ucuz, çıplak, Öcalan, İslam Devleti, Patron, komşu, Savaş
Kemal Vural Tarlan - Ekphrasis-Radikal Blog
Sınırı geçmek: Arafa düşmek
Suriye'deki iç savaş şiddetlenerek devam ediyor. Bir kaç ay sonra dördüncü yılına giren çatışmalı dönem milyonlarca Suriyeliyi mülteci durumuna düşürdü. İçerde Muhalefetin "Suriye Devrimi" hayali radikal İslamcı guruplar tarafından tam anlamıyla çalındı. Yaklaşık bir yıl önce, Suriyeli bir mülteci arkadaşım, içerde İslamcıları destekleyen Türkiye ve diğer ülkelerdeki İslamcıların kendi ülkelerinde gerçekleştiremedikleri "İslam Devleti" fantezisini Suriye'de uygulamaya koyduklarını bunun Suriye'yi yıkıma götüreceğini, Baas'çıların yaptıklarını bunların tersten yaptığını söylemişti. "demokratik bir Suriye" hayalinin bu güçler tarafından çalındığını, söylemişti. Şu anda kampta kalan dört çocuğunun geleceği için endişeleri gözlerinden okunuyordu. Sık sık Filistinlilerin yarım asırdır mülteci olmaya nasıl dayandıkları, bunun insanüstü bir güç gerektirdiğini söylüyordu. Çünkü, daha bir yıl olmadan yaklaşık 15 kilo vermiş bedeni hızla eriyordu. İki üniversite bitirmiş, savaştan önce büyük bir firmada çalışmış, şimdi mevsimlik işçi olarak çalışıyordu.
Onun gözündeki o acılı hali pek çok sığınmacıda çokça gördüm. "Mülteci olmak" bu insanların ruhlarında ve bedenlerinde derin yaralar açıyor. Kendi evinden, ülkesinden yaşama şansı kalmayan bu insanlar, bir gün, bir şekilde, teller, mayınlar ve silahlarla çevrilmiş olan sınırı aşıp başka ülkelere sığınılıyorlar.
O an, o sınırı geçme anı, aslında arafa düşme anı anlamına da geliyor. Çünkü artık vatansız olma durumu ve geriye dönme umudu (bazı akademisyenlerin, hangi metotlarla yaptıkları meçhul, anketlerinin aksine her kes ama her kes bir gün geriye döneceklerini söylüyor) bedenlerini ve benliklerini kemirmeye, geride kalan her şeyi hafızadan silinmeye başlıyor. "Ne kadar geçmişi oradan tutmaya çalışırsam çalışayım, anılar her gün flulaşıyor," demişti bir başkası. Neden? diye sorduğumda, " her gün haberler geliyor, kötü haberler, ölüm haberleri, evlerimizin yıkılıp yağmalandığı, doğup büyüdüğümüz sokakların yok edildiği, haberleri. Çocukluğumda beni alıp başka dünyalara götüren, rengarenk ve tıka-basa insan dolu Halep'in Kapalı Çarşısının yıkılıp harabeye dönen fotoğraflarını görmek, geçmişimizin ve kültürümüzün yok oluşunu görmek bana büyük acı veriyor. Belki de en iyisi geçmişi unutmak," demişti.
Üstteki fotoğraf, o anı, arafa düşülen, o bir kaç dakikalık zamanı betimliyor. Kaçakçıların, sınırda, yıllardır açtıkları yolları bu gün artık sığınmacılar kullanıyor. Ölüm gömülü bu topraklarda, onlarca yıldır açılan gedikler, mayınların arasında dolanan patikalarda üç yıldır sığınmacılar yürüyor. O geçiş zamanının, korkudan mayınların içine yönelen kız çocuğunun, benliğinde açtığı yarayı ne sağaltabilir.
Bundan sonra zaman onları alıp, başkalarının kentlerine ve sokaklarına savuruyor. Artık kendi evlerinde ve sokaklarında edindikleri, onları onlar eden, kimlikleri orada sınırın bir yerine belki de dikenli tellere takılıp kalıyor. Gittikleri yerlerde hepsi ayı kimlikle, Suriyeli, tanımlanıyorlar. En iyi tanımlamayla bile; gelip, işimizi alan, kiralarımızı yükselten, erkeklerimizi ayartan yabancılar. Bazıları içinse kazanç kapısı. Politik ve ırkçı ön yargılarla söylenenleri her kes bildiğinden geçiyorum...
Bu gün, bütün politik, ekonomik, bölgesel çıkarlar, savaşan tarafların her türlü şiddeti mübah görmesinin cezasını Suriyeli sığınmacılar çekiyor. Bu insanlar kendi istekleri dışında, mecburen, mayınlı alanlardan, canları pahasına sınırı geçip komşu ülkelere sığınmaya çalışıyorlar. Sığındıkları ülkelerde her türlü ayrımcılığa maruz kalarak, ucuz iş gücü olarak, yaşamaya çalışıyorlar, aç kalmamak için çocuklar sokakta dileniyor. İnsanların, iç savaşlar, dinsel ve etnik çatışmalar, etnik köken, politik görüş, inanç ve açlık dan dolayı, kendi ülkesinden isteği dışında ayrılması ve başka bir yerde yaşamak zorunda bırakılması çağımızın belki de en büyük trajedisi.
Unutulmamalıdır ki; "sığınmacı ve mülteci" olmak evrensel bir insan hakkıdır.
Tüm bunlar bir yana, bu gün bu insanlar mülteci olmaktan kaynaklanan haklarının çok gerisinde, uluslararası yasalar ve evrensel kurallar hiçe sayılarak "statüsüz" bırakılmış, "misafir" gibi belirsiz bir statüde arafta yaşamaya çalışmaktadır.
ETİKETLER: Haber, Haberler, haberler, Türkiye, Suriye, İşçi, İslam, mülteci, iç savaş, Evrensel, Kız, Tam, Gün, İnanç, Alan, İç, Görüş, Ay, zaman, iş, dönem, yıl, Demokratik, politik, dolu, Fotoğraf, Ucuz, İslam Devleti, komşu, Savaş
Ortadoğu’nun kimsesizleri, çingeneler, zor durumda!
Ortadoğu'nun neredeyse her ülkesinde yaşayan Çingeneler, son yıllarda yaşanan iç savaşlar ve çatışmalar nedeniyle çok zor günler yaşıyor. Bu kadim halkın Ortadoğu'da ki savaş ve iç-savaşlarda yaşananları, toplumsal hafızlarında yer edinmiş bu zor zamanları, onlardan dinlemek için, ne zamandır, Suriye sınırında ki kentlerde izlerini sürüyorum. Sınırı geçebilenler sığındıkları kentlerin yanı başına derme çatma çadırlarda ve harabelerde yaşamaya çalışıyorlar. Evet, Ortadoğu'nun kimsesizleri, Çingenler, zor durumdalar. Özellikle son yüz yıldır dünyada yaşanan savaş ve iç savaşlarda yaşadıkları hep göz ardı edildi, bu halkın. Seslerini duyuracakları araçlardan yoksundular. Nazi kamplarında yaşadıkları kitlesel ölümleri, uzun süre, ağıtlarla taşıdılar genç kuşaklara. Sonra doksanlı yıllarda, doğu blokunun çözülüşüyle birlikte kan gölüne döndü "Orta ve Doğu Avrupa" yaşanan iç savaşlarda binlercesi ırkçı fanatik tarafından katledildiler, yüz binlercesi evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Daha on yıl önce, Amerika'nın Irak'ı işgalinden sonra, işkence haneleriyle ünlü Ebu Ghraib mahallesi yakınlarında ünlü bir Çingene (Gajar) mahallesi vardı. Bağdat'ta yaşayan Çingene kökenli "Gajar" topluluğunun başına gelenler, bu toplulukların savaşlarda ve iç-savaşlarda yaşadıklarının küçük bir örneğiydi. Saddam döneminde yaklaşık 50 bin nüfusuyla, kendi dilleriyle düğün ve eğlencelerde müzik ve dans ederek yaşamaya çalışıyorlardı. Amerikan işgali ve rejimin yıkılmasıyla birlikte, rejim yandaşlarının, etnik ve dinsel azınlıkların evleri ve işyerleri, dini mekanları tahrip edildi. Bu talanda Gajarlar da nasiplerini aldı. Gajarların yaşadıkları mahalleler tamamen talan edilip, evleri yakıldı, kadın çocuk demeden şiddete maruz kaldılar ve bu insanlar evlerinden göç etmek zorunda kaldılar. Kadınlara cinsel şiddet de dahil olmak üzere her türlü şiddet uygulandı. Çingenler işgalden sonraki çatışmalı süreçte, Irak genelinde Şii militanlar ve El-Kaide gibi radikal gruplar tarafından çok sayıda vahşi saldırıya maruz kaldılar. Bu saldırılar sonucunda binlerce kadın, çocuk ve erkek hayatını kaybetti. Irak yönetimi bu saldırılara sessiz kaldı. Bu tür saldırılar o denli vahşileşiyordu ki; Arap geleneklerine göre kılıç kullanılarak bir insanı ensesinden kesip öldürmek, kurbanın değersiz ve aşağı sosyal gruplarda olduğu anlamına gelir, nefret ve vahşice ölümü ima eden bu yöntemle pek çok Çingene katledildi. Bu gün Irakta her Çingene ailesinden bir yada bir kaç kişi bu fanatik gruplar tarafından katledilmiştir. Bu katliamlara Irak hükümetinin göz yuması sonucu binlerce Çingene aile yaşadıkları köyleri ve kentleri terk edip büyük şehirlere kalabalıklar arasına sığındı. Dilencilik, hırsızlık, fuhuş gibi yasal olmayan işlerle uğraşmak zorunda bırakıldılar. Büyük bir bölümü de gittikleri her yerde, bu topluluklara uygulanan ayrımcılık yüzünden, yeniden göçebe hayata geçmek zorunda kaldı. Pek çok grup da ülke dışına sürüldü. Yeni rejimin muktedirleri "bir İslam ülkesinde alkol satıcılarına ve fahişelere yer yoktur" diyordu. Bu şiddete maruz kalan bir Çingene "İşgalden sonra, şimdi Iraklılar Müslüman olduklarının farkına vardı, benim burada yaşamam zor hale geldi" diyordu. Bu gün, radikal Şii grupların liderleri sık sık Çingeneleri ahlaka uygun davranmaları ve İslami yaşam koşullarını yerine getirmeleri için uyarıyor. Kızlarının çıplak dolaştığını, dans ettiklerini, alkol ve uyuşturucu satıp kullandıklarını söyleyerek toplumu Çingenlere karşı kışkırtıyorlar.
Mısır'da ise yaklaşık iki buçuk milyon Çingene bulunmasına rağmen, bunların büyük çoğunluğunun doğum kayıtları, kimlik kartları resmi olarak bulunmuyor. Kahire ve İskenderiye gibi pek çok şehirde nüfusları yüzbinleri bulan Dom (Çingene) grupları yaşamaktadır. Sosyal olarak izole edilen Çingene grupları Mısır'ın yoksul bölgelerinde yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Nil vadisinde, kirli su kanallarının çevresinde son derece kötü evlerde yaşamaktalar. Daha çok metal işçiliği, dansçılık, falcılık gibi gündelik işlerde çalışmaktalar
2011 yılında Mübarek'in devrilmesinden sonar, Nil kıyısında ki pek çok Çingene devrime büyük umutlar bağlamıştı ama kısa zamanda "gelenin gideni arattığı" güçlenen İslamcıların etnik ve dinsel azınlıkları kendilerine eşit görmeyecekleri ortaya çıktı. Yaşanan son darbeyle de geleceğe dair belirsizlik artı. Son günlerde, özellikle, Sina ve İskenderiye de Dom gruplarına saldırı haberleri gelmekte.
Mart 2011'de Suriye'de başlayan ve üçüncü yılına giren savaş sonucunda her etnik gruptan milyonlarca insan yaşadıkları yerlerden ayrılmak zorunda kaldı. Bir kısmı çatışmaların daha az olduğu, nispeten güvenli kentlere göç etti, bir milyonu aşkın Suriyeli de ülkelerini terk edip, komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Suriye'nin nerdeyse her yerine dağılan, Dom, Dummi, Nawar, Kurbet, Zott gibi adlarla anılan, yerleşik ve yarı göçebe beş yüz binin üzerinde Çingene yaşıyordu, bugün Suriye'den ülkemize sığınan Çingenelerin verdikleri bilgilere göre; üç yıldır süren savaş ve çatışmalı durum nedeniyle, Çingenelerin rejim ve muhalifler arasında ki çatışmalarda tarafsız kalmalarından dolayı, hem rejim hem de muhalifler tarafından göçe zorlanmakta, evleri ve malları yıkılıp yağmalanmaktadır. Halep'e yapılan hava saldırıları sonucu Çingenlerin yoğunluklu yaşadığı Haydariye, Eşrefiye gibi mahallerde pek çok ölüm olmuş, bu gün bu mahalleler tamamen boşalmış durumdadır. Buradan göç edip gelen onlarca aile Birecik'te Fırat'ın kenarında çadırlarını kurmuşlar ve burada yaşamaya çalışmaktadırlar. İçlerinde yaşlı olan "ne zaman savaş olsa bize gelip dokunuyor, biz Domları kimse istemiyor. Irak'ta Lübnan'da şimdide Suriye'de il bize düşman oluyorlar. Siz namussuzsunuz, Hırsızsınız, içki içip davul çalıyorsunuz diyorlar, oysa asıl hırsız onlar bizim her şeyimizi çaldılar. Esat da evlerimizi bombaladı. Şimdi çoluk çocuk aç, Fırat'ın suyuna muhtacız, diyor. Özellikle son dönemde güçlenen El Kaideyle ilişkili gruplar denetimlerinde ki bölgelerde Çingenelere karşı da şiddet kullanmaya başlamış "yeterince Müslüman" olmadıkları gerekçesiyle evlerine el koyup, ölümlere varan şiddet uygulamaktadır. Çatışmaları mezhepsel ve dinsel saiklar üzerinden yürüten bu gruplar farklı inançlardaki topluluklara şiddet uygulamayı gün geçtikçe artırmaktadır. Özellikle Alevi ? Bektaşi inanca sahip Çingene toplulukları radikal İslamcıların baskılarından dolayı Halep, Hama, Homs gibi kentlerde yaşadıkları evleri bırakıp ya rejim denetiminde ki bölgelere yada çevre ülkelere sığınıp göçebe olarak yaşamak zorunda kalmaktadırlar. İslâhiye'de rastladığım bir grup Alevi olduklarını söyleyip Hacı Bektaş törenlerine katılmak için yola çıkıyorlardı. Ali ile çadırı sökerken ayak üstü konuştum; "Bizim için yaşama şansı kalmadı oralarda, eskiden kimin Alevi kimin Sünni olduğuna kimse aldırmazdı şimdi kan girdi araya, her kes birbirinin malına mülküne el koyuyor. Göçeriz diye bizi zaten sevmiyorlardı, şimdi bir de Alevi olduğumuz için kaçıyoruz, diyor. Hava saldırıları sonucunda ölümler ve ağır yaralanmalar olduğunu, Cihatçıların hırsızlık yaptığı gerekçesiyle, bir çocuğun ellini kestiğini, şiddetli çatışmalar, sağlık ve besin yetersizliği nedeniyle, son günlerde, çevre ülkelere hızla göç etmeye başladıklarını. Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak'a her gün yüzlerce Çingenenin sığındığını söylüyor. Ali son olarak da; "zaten yuvasız kuşlardık, şimdi yine yollara düştük, diyor.
Suriye'den ülkemize sığınan Çingene sayısına net veriler olmamakla birlikte sadece, Urfa'da on binin üzerinde Suriyeli sığınmacı Çingene'nin olduğu resmi toplantılarda dile getiriliyor. Suriye ve Ortadoğu'da ki Çingenleri asırlık Fatma nineyle konuşuyoruz. Antep'te ağırlıklı olarak Çingenelerin yaşadığı Şirinevler mahallesine yakın boş bir araziye çadır kurmuşlar. Çocukları, torunları ve akrabalarıyla yaklaşık 50 kişiler. Fatma nine yaklaşık bir asırlık ömrünü Ortadoğu'nun çeşitli ülkelerinde göçer olarak geçirmiş. "Kışları Halep'te diğer mevsimleri ise Türkiye, Suriye, Irak ve Lübnan'da konar göçerdik, her yerde akrabalarımız var. Bakmayın şimdi sınırlar, jandarmalar var. Eskiden bir birimizin düğünlerine bile gelirdik, diyor. Zaten küçük erkek kardeşi Urfa'da yaşıyormuş. "Gençken buralara, buğday zamanı, çok gelirdik o zamanlar sınırda tel, mayın yoktu, diyor. Sonra tel çekilince, kimimiz burada kaldık, kimimiz başka yerlerde, daha az geldik ama kız alıp verdik. Büyüklerimiz hep gelip gitti, diye ekliyor. Peki ya savaş, diyorum. Savaş hep vardı, kendimi bildim bileli. Savaş vardı çünkü bizim kabiledekiler savaş yüzünden hep oraya buraya savruldular. Biz fakir milletiz. Yarı aç yarı tok yaşarız. Lübnan'da savaş yüzünden bir kısım akrabalarımız ta ötelere gitti, kimi Kudüs'te kadar ulaştı, kimi kayıp oldu. Irakta bir bacım vardı, Saddam'ın savaşından kaçtı, çocuklarını öldürdüler, Halep'e geldi. Evlerimizi bombaladılar teröristler var diye. Şimdi nerde bilmiyorum, çocuklar Urfa'da diyor ve sesi titriyor.
Fatma ninenin oğlu Mehmet, "biz ekmeğimizin derdindeyiz, hurda toplayıp satardık Halep'te, savaş çıkınca, bizim mahallelerimize muhalifler geldiler. Evlerimize girip, arabalarımıza el koydular. Bize buradan gidin diyorlardı. Bizi hor görüyor, siz dinsizsiniz diyorlardı, sonra çatışmalar başladı, kardeşimin bacağı koptu, diyor. Yirmili yaşlardaki kardeşini gösteriyor, dizinin üzerinde kopmuş bacağıyla çadırda yatıyor.
Antep'de zamanın yıkıcı etkisine direnen, kadim kentin Ermeni evlerinin harabelerine sığınmış pek çok aile. Kapısız ve penceresiz evde on iki aile yaşıyor. Halep'in Eşrefiye mahallesinden buralara sığınmışlar. Kentin merkezinde ulu bir mabettin, karşısında bu dar sokakta ki harabelerin içinde, çocukların çöplerde topladığı çöp yığınlarının içerisinde yaşamaya çalışıyor. Genç kadınlar ve bebekler dışında neredeyse her kes çöp topluyor. Satılabilenler satılıyor, geri kalanlar sobada yakılıyor. Eski taş evlerin çamları kapıları naylonlarla kapatılmış, su yakındaki camiden alınıyor, elektrik yok, mutfakta kap kacak yok, küçük tüpler boş. Küçük çocuklar sokakta yakılan ateşin başına ısınmaya çalışıyor. Kırkını çıkarmamış bebek paçavralara sarılmış, sobasız bir odada annesinin kucağında yaşama sıkı sıkıya sarılmış. Babası; "Benim mesleğim terzi, ben terziyim, ama iş yok sokakta çöplerde kağıt, lastik topluyorum, iş olsa bir göz ev tutar bebeğime süt, mama alırım." diyor.
Sonuç olarak; Çingenler yüzyıllardır birlikte yaşadıkları halklar, etnik ve dinsel gruplar, arasında çıkan "iç savaşların" kurbanları oldular. Ortadoğu'da halk ayaklanmaları sonucu yeniden şekillenen ülkelerde ki yeni yönetimler ve siyasal yapılar Çingenler dahil olmak üzere dinsel ve etnik azınlıklarla ilgili gelecekte ne düşünmektedirler? sorusu ortada durmaktadır. Kurulacak olan "yeni düzen" bu insanların "barış ve eşitlik" içinde insanca yaşama hakkı teminat altına alınmadığı sürece Ortadoğu'nun çok kültürlü yapısı hızla deforme olacaktır.
ETİKETLER: Haber, Haberler, Türkiye, Ortadoğu, Irak, Suriye, Amerika, Mısır, Mayın, İslam, şiddet, çevre, Alevi, Lübnan, Sünni, Nazi, Ürdün, süre, Fanatik, Çocuk, Fakir, Erkek, elektrik, Bağdat, Müzik, Aile, Kız, Kahire, grup, Yakın, Karşı, Yüz, Ayak, Son, İşkence, göç, Orta, Gün, Durum, Milyon, İç, Yasal, su, Bugün, zaman, iş, Ünlü, Avrupa, genç, Sağlık, ülke, sosyal, Resmi, yıl, Hava, derece, Yaşam, Nefret, Uygun, Kayıp, Kadın, çıplak, saldırı, komşu, Sava
Geceleyin sınırdan geçtik...
Kaç gündür gökyüzünü kaplayan toz zerrecikleri şehri sıcak bir sarıya bulamış, sıkıcı bir hal bedenimizi ve şehri sarıp sarmalamıştı. Soluk alıp verirken dahi genzimizin çamurla sıvandığı hissi vardı. Terli ellerimizle dokunduğumuz her şey üzerinde çamurdan parmak izlerimiz kalıyordu. Uzaklardan Suriye taraflarından yükselip gelen toprak kokusu ve tozunu nihayet, son iki gece yağan yağmur şehrin üstüne boca etmiş, gökyüzü yeniden berraklaşmıştı.
Sabah günün ilk ışıklarıyla uyandığımda pencereden gökyüzüne baktım. Gökyüzünde yer yer beyaz bulutlar olsa da hava berrak ve dingindi. Bir fotoğrafçı daha ne ister ki diye düşündüm, bugün Amik ovasına doğru yol alma zamanı...
Baharın gelişiyle Amik ovası çoktan yeşermiş, tarlalara biber, mısır, pamuk ve bezelye ekilmiş ve Altınüzüm'de bağ budama zamanıydı. Son iki yıldır bu ovadaki tarlalarda ve fabrikalarda işlerin büyük bir kısmını, ülkelerindeki çatışmalardan ve savaştan kaçıp ülkemize sığınan, uluslararası yasalar gereği mülteci, sığınmacı olarak tanımlanan ama bizim hükümetimizce ısrarla "misafir" gibi belirsiz statüde bırakılan Suriyeliler çalıştırılıyor. Kamplarda, çadırlarda ve evlerde yaşamaya çalışan bu insanlar sabah erkenden traktörlerin ve kamyonetlerin kasalarına doldurulup tarlalara gördürülüyor. Öyle ki, bazen kamplarda dışarı çıkışlar yasaklansa dahi sırf çalışmaları için sabah saat 6 ile 8 arasında çalışacaklara kapılar açılıyor, çıkış izini veriliyor.
O sabah saat 6 civarı İslahiye'ye gitmek için Kilis Garajı'na gidiyorum. Bu garaj, bir zamanlar çevresindeki dokumacı ve kendirci tezgahlarının yer aldığı mağaraların ağızlarının taş duvarlarla kapatılmasıyla oluşmuş, şehrin ortasında dev bir çukuru andırıyor ve eskiden beri burası Kilis ve Antep'in ilçe ve köylerine giden minibüslerin garajı olarak kullanılıyor. Bu çukur her gün binlerce insan tarafından dolup boşalıyor.
Sabahın bu erken saatlerinde dahi insan dolu bu çukura giriyorum. Girer girmez sağda duvar dibinde bir grup insan görüyorum. Taş duvar dibine oturmuş, yatmış, çömelmiş tuhaf bir kalabalık. İlk başta kimler, kaç kişiler, kim çocuk, kim büyük seçemiyorum çünkü, güneşin ısısıyla üzerlerini bir buğu kaplamış, belli ki gece boyunca yağan yağmurdan ıslanan elbiseleri güneşten kuruyor. Yaklaşınca bunların Suriyeli sığınmacılar olduğunu anlıyorum, bu günlerde Suriye'de yaşama koşulları gittikçe zorlaşıyor. Savaş ve çatışmalar bir yana iki yılı aşkındır süren savaş sonucunda iş olanakları tamamen bitmiş, yiyecek ve temiz su konusunda ciddi sıkıntılar olduğu gelen haberler arasında. En son Halep'e giden gazeteciler sokakların çöplerle dolduğunu, yaşlıların ve çocukların sokaklarda ekmek dilendiklerini ve bu insanların her iki taraftan keskin nişancılar tarafından katledildiklerini söylüyorlar.
Grup yaklaşık yirmi beş kişi, çoğunluğu çocuk ve kadın, üç erkek var 15-16 yaşlarında. Sanki hepsi siyah elbiseler giymiş, öyle görünüyor ama iyice yaklaşınca tüm elbiselerinin çamura bulandığı ve bu yüzden koyulaştığını görüyorum. Bu dev çukurun içinde çamura bulanmış elbise ve ayakkabılarıyla orda duvar dibinde iç içe geçmiş bu insanlar yüzleri güneşe dönmüş, sessiz, derin bir uğultuyla dünyaya bakıyorlar. Bakıyorlar ama etrafı görebildiklerinden şüpheliyim çünkü, onlara bakan benim gibi insanlara o kadar tepkisizler ki, sadece birbirlerine sığınmışlar ve sanki bir beden olmuşlar. Çocuklar kadınların koyunlarına, dizlerine sokulmuş, kadınlar birbirlerine dayanmış, çaresizlik ve korkuyla sanki bir vücut olmuşlar. İstisnasız herkesin yüzleri kararmış ve gözlerinin altında siyah halkalar oluşmuş, mecalsiz sabah güneşinin ılıklığına bırakmışlar bedenlerini. Dikkatli baktıkça elbiselerinin, çamurdan ve geçtikleri mayınlı alandaki dikenli tellerden olsa gerek, yırtılıp, birer paçavraya döndüğünü fark ediyorum. Bazı çocuklar ayak yalın, ayakkabısı olanlarında sınır boylarının kımızı toprağının çamuruna bulanmış ve kadınların ayakları çıplak aynı çamurla sıvanmış.
Benim yaklaşmamla, topluluk bir an gözlerini bana çevirdi ve devindi, sanki bir gövdenin uzuvları imiş gibi yandaki genç erkek önce kımıldadı sonra doğruldu. Yaşananlar belli ki hepsini birbirine kenetlemişti, onlarca gözden, elden, ayaktan ve baştan oluşan bir gövdeyi oluşturmuştu. Dudaklar kıpırdıyor ama sadece bir uğultuya dönüşüyor. Bu devingen devasa gövde siyah paçavralar içinde sanki toprağın içerisinden doğmuş ya da toprak onları kusmuş gibi görünüyordu. Saçları keçeye dönmüş kız çocuklarının gözleri bu kara gövdenin üstüne serpiştirilmiş boncukları andırıyor. Bu gözlerdeki anlam ne? Korku mu? Yorgunluk mu? Dehşet mi?
Sonunda bu devingen gövdeden bir parça ayrılıyor bana doğru uzanıyor. En büyük erkek bu sanırım, gözlerinin altındaki mor halka iyice belirginleşiyor. Bir kaç haftalık uzamış seyrek sakalları tenine yapışmış. Ağzından çıkan kelimelerin Arapça mı, Kürtçe mi ya da Domari mi olduğunu anlamaya çalışıyorum, sonunda hepsi olduğunu, belki de farkında olmadan Ortadoğu'nun kadim dillerini bir birine harmanlayarak oluşturduğu karma dilde konuşuyor. Kelimelerden anlayabildiğim; Suriye, Halep, Haydariye gibi yer isimleri, nizam, sınır, mayın tarlası, jandarma, şebbiha, uçak, kazan bombası gibi kelimeler. Konuştukça daha anlaşılır oluyor bu dil. Sonra gece boyunca yağan yağmur, sığındıkları camiden dışarı atılmaları.
Sınırı anlatıyor. Ortadoğu'nun kadim topraklarını bıçakla yarar gibi çizilen, sonra mayın döşenen dikenli tellerle çevrili ölüm tarlalarının diğer tarafından günlerce beklemelerini, zeytin ağaçlarının altına sığınmalarını, kadınların ve çocukların asırlık ağaçların gövdelerindeki kovuklarda uyuduklarını ve elde kalan ve pula dönen Suri'lerin (Suriye poundu) büyük kısmını da sınırı kontrol eden muhaliflere verdiklerini ve dün gece sabaha karşı yağmur altında, Kilis'de sabah ezan sesi duyulduğunda sınırı -altında ölümün saklandığı toprakları- geçtiklerini anlatıyor. Sonra akşam karanlığında buraya Antep'e geldiklerini, yakınlarda sığındıkları camiden kovulunca bu duvarın dibinde gecelediklerini nefes almadan, benim anlayıp anlamadığımı bilip düşünmeden anlatıyor. O kadar konuşuyor ama bir "açlık ve ekmek" sözcükleri yok konuştuğu onca kelime arasında. Oysa açlık çocukların ve kadınların yüzlerini kaplamış, mecalsiz bırakmış onları, gözlerinin feri sönmüş. Aklına mı gelmiyor, insanı içten içe kemiren o duygu yitmiş mi yoksa?
Urfa'ya gitmek istediklerini, orda akrabaları olduğunu belki iş bulabileceklerini, soluksuz, durmadan bu karma dilce konuşuyor. Sözdür belleği canlı tutan diye düşünüyor belki... Belki de, yazamayacağı için anlatıyor yada çaresizliğini bilsin diye kedilerinden gayrı birisi... O konuşurken gözüm duvar dibinde, çamura bulanmış, üç tek kadın ayakkabısına ilişiyor. Bir tek kare alıyorum, kişisel tarihime not düşmek için. Bu kareye her baktığımda, şu öndeki, eşini kaybeden, bana fısıldıyor " geceleyin sınırdan geçtik, ölüm gömülü topraklardan, ışıksız ve suskundu zeytin ağaçları ? yıldızlar da sustu- yağmura kandı tekimiz, halebi mor sahtiyandan biçilmiştik"
Kimdi bu insanlar? Kim oldukların ne önemi vardı ki, onlar sınırlarla dört parçaya bölünmüş dağların çocukları Kürtler miydi? Asırlar öncesi Ganjdan "büyük yürüyüşe" başlamış, "gadjoların" aşağılayıp horladığı, Domlar (Çingenler) mıydı? Yoksa neredeyse tüm Ortadoğu'ya yayılmış Sünni, Şii, Hristiyan Araplar mıydı? Ne önemi vardı ki savaş ve ölümden kaçmış, mayın gömülü topraklarda ölümün üzerinden yürüyerek geçmiş, buralara sığınmışlardı.
O gün boyunca o tekini yitirmiş ayakkabının fısıltısıyla dolandım Amik ovasını, kampın kapısından binlerce sığınmacının boşaldığını, kamyonet kasalarına ve traktör römorklarına doldurulup ucuz iş gücü olarak, çapaya, bağ budamaya, bezelye toplamaya ve diğer işlere götürüldüklerini ve mecbur oldukları bilinerek, günlük 5 ile 20 lira arası fiyatlarla çalıştırıldıklarını, evlerine dönmek için savaşın bitmesini belediklerini dinledim onlardan.
ETİKETLER: Haber, Haberler, haberler, Ortadoğu, Suriye, sınır, Mısır, Mayın, Sünni, mülteci, Hristiyan, grup, Karşı, Ayak, Son, Beyaz, Garaj, Çocuk, Kürtçe, Erkek, Kız, Hal, Canlı, Kelime, Kalabalık, yalın, Gün, Doğru, Ciddi, Parça, ekmek, İç, günlük, Dehşet, Biber, Topluluk, Gece, su, Bugün, iş, Akşam, genç, toprak, bakan, Sabah, Hava, Saat, ilçe, fark, dolu, lira, çıplak, jandarma, Kadın, Ucuz, Elbise, Savaş